Sendika olarak her sene bıkmadan ne okulda ne işte olan çocuk sayısını vererek sorduğumuz “Bu çocuklar nerede sorusu?”, ne yazık ki gündemden bir haftadır düşmeyen Hiranur Vakfı skandalıyla bir kez daha acı bir cevaba kavuşmuştur.
6 yaşında bir kız çocuğunun tarikatçı ailesi tarafından 30 yaşındaki bir tarikat şeyhiyle “evlendirildiğini”, kız çocuğun tek başına yaptığı başvuruların bürokraside yıllarca üstünün kapatıldığını öğrendiğimiz yetmezmiş gibi, peşi sıra gelen gelişmeler de vahameti büyütmüştür:
- Konuya ilişkin dün ilk kez konuşan Cumhurbaşkanı, bu rezaleti kınasa da konuşmasında ne yazık ki, “dinin temsilcisi olan kurumların suçlanamayacağını” söylemiştir. Bu söylem, dernek maskesi takmış tarikatları dinin temsilcisi olarak görmek ve bu yapılara açıkça uhrevi bir anlam yüklemektir. Bu karanlık yapılar dinin temsilcisi değildir, olamaz! Konuşmanın devamında, bu rezalet ile kendi iradesiyle sosyal medyada müstehcen içerik paylaşan gençlerin durumunun benzetilmesi ise yaraya tuz dökmüştür.
- Marketlerdeki fiyatlardan sınır ötesi operasyonlara kadar kendisini ilgilendirmeyen her konuda iktidarı rahatlatacak şekilde fetva yayınlatan Diyanet İşleri Başkanı’nın bu skandala dair ancak 2 gün sonra açıklama yapabilmesi de gören gözler için ibret doludur. Göstermelik tepki açıklamasındaki gecikmenin nedenine dair tek soru işareti şudur: Diyanet’in bünyesine de sokulan tarikatlara zeval gelmemesi için midir, yoksa başında eli kılıçlı Diyanet İşleri Başkanı’nın bulunduğu Diyanet Vakfı’nın yayımladığı bir kitapta zaten ‘9 yaşındaki kız çocuklarının evlendirilebileceğinin’ yazması; yani halihazırda bu skandalın failleri ile aynı düşünmeleri midir?
- İstifa edip hesap vermesi gereken isimlerden olan Aile Bakanı ise günler sonra yaptığı açıklamada okumayı ancak reşit olduktan sonra, sığındığı yurtlarda öğrenen, on yılı aşkın süre sistematik cinsel istismara ve psikolojik taarruza maruz kalan genç kadının Bakanlığa ait yurtlarda İngilizce ve aşçılık dersleri almasıyla övünecek kadar durum bilincinden uzak olduğunu göstermiştir.
Bu konuda birbirini aratmayan siyasi gaflar, tarikatçıların “Onlar bizden değil” diye bağırışları peş peşe gelirken, asıl sorumlu mercilerden birinin suskunluğu gözden kaçmaktadır. “Bu durumda daha kaç çocuk var ve bataklığı nasıl kurutabiliriz” sorularına samimiyetle cevap aranıyorsa MEB’in mevcut uygulamalarının masaya yatırılması şarttır.
Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerde ve Anayasamızda "Kimse eğitim ve öğretim hakkından mahrum bırakılamaz" maddesiyle güvence altına alınan ve en temel insan haklarından olan eğitim hakkı, bugün ülkemizde yok sayılmaktadır.
Okul çağında olmasına rağmen, tarikat ve cemaatlerin sözde verdiği dini eğitime devam eden; sokaklarda, tarlada, fabrikada çalıştırılan, şiddetin, istismarın, zorla ve erken yaşta evliliklerin kurbanları olan milyonlarca çocuk bulunmaktadır.
Çalışma hayatında 2 milyona yakın çocuk işçi bulunmakta ve çocuk işçilerin yaklaşık yüzde 80’i kayıt dışı çalıştırılmaktadır. Türkiye’de çocuk işçiliği ve iş cinayetleri raporuna göre, 2013’ten bugüne kadar en az 811 çocuk iş cinayetlerinde yaşamını yitirmiştir.
Öte yandan okullaşma oranlarındaki yetersizlik çözülememiş bir sorun olarak ortada durmaktadır. İstatistiklere göre, ilkokul ve ortaokulda okullaşma oranlarında çok ciddi bir düşüş yaşanmıştır. 2013-2014 eğitim öğretim yılında okullaşma oranı ilkokullarda yüzde 99.57 iken, bu yıl bu oran yüzde 93,16’ya düşmüştür. 2013-2014 eğitim öğretim yılında yüzde 99.61 olarak gerçekleşen kız çocuklarının okullaşma oranı ise yüzde 93,12’ye gerilemiştir. Bu rakamlar, çocukların eğitim hakkından mahrum bırakıldığını ortaya koymaktadır.
Bu ülkede “zorunlu eğitim” diye bir kavram varken, her ailenin kaydı ikamet ettiği yerlerden, aldığı hastane randevularına kadar devlet sistemi içinde görünüyorken, MOBESE sistemi belediye başkanlarının kimlerle yemek yediğini araştıracak kadar gelişmişken, okula gönderilmeyen çocukların takibinin yapılmıyor olması, resmi protokolleri bile tarikatlara alan açmak için kullanan MEB açısından manidardır.
Bizim sorularımıza cevap vermeyen ve her sene okullaşma oranındaki ufak yüzdelik kıpırdanmalarla övünen MEB, hala açık öğretimdekiler de hesap edildiğinde 1.5 milyonu aşkın kız çocuğumuzun eğitim sistemi dışında olduğu gerçeğini bile isteye görmezden gelmektedir.
Gerçek şudur: Bir imkansızlıklar nedeniyle çocuğunu okula gönderemeyenler vardır, bir de bilerek göndermeyenler ve yasalarımız ile çocuk haklarını bu yolla ihlal edenler vardır. Hepsinin tespit edilip gönderemeyenlere destek sunularak vergilerimizin gereğinin yapılması, bile isteye göndermeyenlere ilişkin ise yasaların gereklerinin yapılması şarttır.
Skandala büyüyen tepkileri bastırmak için şimdilerde söylenen “yeni bir yasal düzenleme gerektiği” söylemi ise İstanbul Sözleşmesi’ni uygulamayanların onu iptal ederken “vardı da ne oldu” demesiyle aynıdır çünkü yetersiz de olsa yasalarımızda zorunlu eğitimin takibi ve uygulanmasına ilişkin çerçeveler bellidir.
Yeni bir kanun düzenlenmesine ihtiyaç olsa da mevcut kanundaki tüm yetersizliklere rağmen, “Aile hukukundan doğan eğitim yükümlülüğünü yerine getirmeyen kişi, şikâyet üzerine, bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır” hükmünün altını çizen TCK’nın 233. maddesi ile eğitim ve öğretim hakkının engellenmesi suçuna yönelik TCK’nın 112. Maddesi işlerlik kazanmış olsaydı bugünkü rezalet büyük oranda engellenmiş olabilirdi.
Eğitim-İş olarak altını çiziyoruz: Başöğretmenimizin “Eğitimde feda edilecek fert yoktur” diyerek kurduğu bu ülkede tarikatları memnun etmek için çocukların feda edilmesine sessiz kalmayacağız! Başöğretmenimizin “Vatanı korumak çocukları korumakla başlar” diyerek kurduğu bu ülkede çocukların uğradığı vahşetlere dair “bir kereden bir şey olmaz” tadında açıklamalar yapılmasını normalleştirmeyecek, o çocukların çığlığı ve adalet arayışı olacağız!
Sendika olarak zorunlu eğitimin uygulanması ve denetlenmesine ilişkin yürüttüğümüz kapsamlı çalışma sonlandığında bunu kamuoyuyla, MEB ile ve Meclis ile paylaşacak, samimiyet turnusolü olacak bu çalışmamızın ne kadar dikkate alındığının takipçisi olacağız!