Güncel Sendika Haberleri

02 Şubat, 2012

EĞİTİM-İŞ III. DÖNEM II. BAŞKANLAR KURULU'NU ANTALYA'DA GERÇEKLEŞTİRDİ

Eğitim-İş III. Dönem II. Başkanlar Kurulu, 27-28-29 Ocak 2012 tarihlerinde Antalya’da gerçekleştirilmiştir. İlk gün Yıldırım Koç’un verdiği konferansla başlayan Eğitim-İş Başkanlar Kurulu, ikinci ve üçüncü gün olağan gündemiyle çalışmalarını sürdürmüştür.

Kurula konfederasyonumuz Birleşik Kamu-İş Genel Başkanı İsmail Tutoğlu, Eğitim-İş Genel Merkez Yönetim Kurulu üyeleri, şube ve temsilcilik başkanlarımız katılmıştır. 

Kurulda ülke gündemi, sendikal süreç, örgütlenme çalışmaları, eğitim-öğretim sistemine ilişkin sorunlar tartışılarak, aşağıda yer alan sonuç bildirgesi hazırlanmıştır:

EĞİTİM-İŞ III. DÖNEM II. BAŞKANLAR KURULU SONUÇ BİLDİRGESİ

(27-28-29 Ocak 2012 Antalya)

Emperyalist güçler; aralarındaki birtakım çelişkilerine karşın, bugün Libya'dan Mısır’a, Irak'tan İran’a kadar birçok ülkenin doğal zenginliklerine daha kolay ulaşmak için bölgeyi kendine göre yeniden şekillendirmeye çalışmaktadır. Ortadoğu ve Kuzey Afrika halkları için bir felaket ve yıkım senaryosu olan Büyük Ortadoğu Projesi işlemeye, emperyalizm;  yağmaya, kan dökmeye ve ulusları parçalamaya devam etmektedir. Özellikle komşumuz Suriye’deki gelişmeler hem Suriye hem de ülkemiz açısından çok ciddi boyuttadır.

Aynı güçler ve işbirlikçileri, ülkemizde de boş durmamakta; dinsel ve etnik farklılıkları kaşıyarak ulusumuzun birlik ve bütünlüğünü tehdit etmektedir. Tarihsel gerçeklere, hukuka, ahlaka ve vicdana aykırı sözde Ermeni Soykırımı”nı inkar etmeyi cezalandıran bir yasanın, Fransa Meclisinde kabul edilmesi de, bu bağlamda düşünülmelidir. Emperyalizm tarafından kontrol edilen okyanus ötesindeki birtakım tetikçi güçlerin ve işbirlikçi iktidarın çıkarları gereği bugüne kadar pek çok ödün verilmiş; Türk ulusunu bölen sözde açılım politikaları vahim bir sürece girmemize sebep olmuştur. 

AKP iktidarı, dış politikada da, Emperyalizmin taşeronluğunu üstlenmiş; ülkemizi başta Suriye olmak üzere tüm komşularıyla sorunlu hale getirmiştir. Atatürk döneminde, dış politikanın temeli olan “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesinin terk edilmesinin asıl hedefi“Tam Bağımsız Türkiye” yi, bağımsızlığın temeli olan Kurtuluş Savaşını” ve Ulusal Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ü yok saymaktır. Bugün kimi milletvekilleri tarafından “Kurtuluş savaşı yapılmamıştır” yolundaki söylemin asıl nedeni de budur. Bu durum Lozan antlaşmasını tanımayan, her fırsatta Sevr’i gündeme taşımaya çalışan ABD ve AB’nin isteklerine hizmet etmekten başka bir şey değildir.

Yeni anayasa özlemcileri, 12 Eylül 2010 referandum değişikliğinden sonra, şimdiki anayasanın hangi maddelerinden rahatsız olduklarını açıkça ifade edememekte, sürekli olarak “sivil anayasa(!)” söylemini dillendirmektedirler. Bunu anlamak mümkün değildir. KHK ile ülkeyi yönetme anlayışında olan bu zihniyet, bir taraftan askeri bir anlayıştan daha katı ve totaliter bir yönetim ortaya koyarken, diğer taraftan demokrasi söylemiyle “anayasanın değişmez hükümleri”ni hedef almaktadır. Bu bağlamda yeni anayasanın bir “bölünme anayasası” olacağı aşikârdır.

Yine referandum sonrasında hukuk, sağlık, YÖK, bedelli askerlik, emekli vekil maaşları ve benzeri konularda ivedilikle yasal düzenlemeler yapan AKP hükümeti, toplu sözleşme konusunu meclise 16 ay taşımamış; ancak toplu sözleşme ile çözülecek pek çok konuda KHK’lerle yasal düzenlemeler yapmıştır. Bu durum hükümetin ne kadar samimiyetsiz olduğunun göstergesidir. Bu samimiyetsiz anlayışın “anayasanın değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek maddeleri”ni tartışmaya açması kabul edilemez.

Türkiye, Mustafa Kemal ATATÜRK önderliğinde devrimle kazandığı bağımsızlığını kaybetme noktasına getirilmiştir. Cumhuriyet devrimi sonucunda oluşturduğumuz “Ulusal Birliğimiz”,  Amerikan emperyalizmi, yerli işbirlikçiler ve taşeron terör örgütler tarafından yok edilmeye çalışılmaktadır.  Ülkemizdeki bu gelişmelerden kaygı duyan ve  karşı direnç oluşturmaya çalışanlar, en ağır şekilde cezalandırılmaktadır.Yurtsever aydınlar, gazeteciler, bilim insanları, milletvekilleri, siyasi parti liderleri ve askerler, sıkıyönetim dönemlerinde bile uygulaması olmayan “Özel Yetkili Mahkemeler” tarafından tutuklanmıştır. Uzun tutukluluk sürelerinin yaşandığı bu sürece baktığımızda, geçmişteki Devlet Güvenlik Mahkemelerinden farklı olmayan uygulamalarla Türkiye açık bir cezaevine dönüştürülmüştür.

“Ülkesi olmayanın sendikası da olmaz” ilkesi ile kurulan Eğitim-İş, bu oldubittilere asla izin vermeyecek; TÖS’ten, TÖBDER’den aldığı sendikal miras ve mücadele azmiyle sürdürecektir.

Ancak bugün tüm ulusumuza büyük bir umutsuzluk ve karamsarlık hâkimdir. İşçi sendikaları, emek kayıpları karşısında sessiz kalmakta, işçi sendikaları arasındaki üye kapma yarışı, işçi sınıfı örgütlerinin hızla erimesine ve “iş güvencesi kaldırılmalıdır” diyen hükümete yandaş olan sendikaların güçlenmesine neden olmaktadır. 4688 sayılı kanunla oluşturulmuş olan kamu sendikaları da işçi sendikalarının içinde bulunduğu durumdan farklı görünmemektedir. 

12 Eylül 2010 Anayasa değişikliğiyle sendikal hakları geliştireceği iddia edilen maddeler, aslında büyük kayıplar içermektedir. Hazırlanan yeni tasarıda gerçekte yetki hükümete verilmekte, yargı yolu kapatılarak grev hakkı engellenmektedir. Bu nedenle hükümet yanlısı olan sendikalar yapay bir biçimde hızla büyütülmektedir. Ayrıca kamu emekçilerinin haklı taleplerini dile getirmeleri gereken sendikalar, ülkemizin geleceğini, birliğini, bölünmez bütünlüğünü tehlikeye atacak siyasi söylemleri ön plana çıkarmaktadırlar. Aynı sendikalar, kamu çalışanlarının kayıpları karşısında korkak, aciz ve teslimiyetçi bir anlayışla varlıklarını sürdürmektedirler. 

Uzun süredir tartışılan, kamu çalışanlarına sözde toplu sözleşme yapma olanağı getirecek olan yasa tasarısı, Bakanlar kurulunca nihayet TBMM’ye sevk edilmiş, ancak yandaş sendika ve hükümet arasında oynanan bir tiyatro sonucu tekrar görüşülmek üzere alt komisyona gönderilmiştir. Emek karşıtı iktidar, yandaş sendikasını cilalayıp  parlatmaya çalışmakta, ona sanki direniyormuş havası vermeye çabalamaktadır. Söz konusu tasarıya göre bütün yetki yandaş konfederasyona verilmektedir. Bu danışıklı dövüşe emek hareketini oluşturan hiçbir öğe destek vermemeli ve alet olmamalıdır. 

Böyle bir yasanın kamu çalışanlarına toplu sözleşme hakkı getirdiği söylenemez. Bu sahte toplu sözleşme yasası, varsayalım ki tam anlamıyla özgür bir pazarlığı içeriyor olsa bile; işverenle masaya otururken emekçilerin biricik silahı olan grev hakkını kapsamadığından, böylesi bir yasal düzenleme, olsa olsa emekçilerle oyun oynamaktır. Grevli toplu sözleşmeli sendikal haklarını isteyen kamu emekçilerinin bu oyunlara boş vererek “hak verilmez alınır” ilkesinden hareketle bir an önce eyleme geçmesi gerekmektedir.

Ayrıca bu tasarı ile emekli olanlara herhangi bir iyileştirme de getirilmemektedir. Emekli eğitim çalışanlarının maaşları mutlaka yoksulluk sınırın üzerinde olmalı ve bu yasayla birlikte intibak yasası da çıkarılarak yürürlüğe konmalıdır. 

AKP hükümeti, unutmamalıdır ki; emekçilerle dalga geçenler, emekçilerin yaratacağı dalgaların altında kalmaya mahkûmdur. Tarih sayfaları, işçi sınıfı ve emekçilerin haklarını gasp etmeye çalışan iktidarların hazin sonlarıyla doludur. 

Bu süreç, demokratik ve meşru zeminlerde en sert tepkilerin gösterilmesi gereken bir süreçtir. Bir taraftan emeğimize sahip çıkarken diğer taraftan da ülkemizin bölünmez bütünlüğüne yönelen her türlü tehditlere  karşı çıkmalıyız.

AKP’nin 10 yıllık iktidarı sürecinde sosyal devletin temel görevlerinden olan parasız eğitim ve sağlık hizmetleri özelleştirilmeye ve paralı hale getirilmeye çalışılmaktadır. Cumhuriyetimizin en köklü kurumlarından olan Milli Eğitim Bakanlığı Cumhuriyetin tasfiyesinde araç haline getirilmiştir. 652 sayılı KHK ile Milli Eğitim Bakanlığı Teşkilat ve görevleri hakkında değişiklik yapılmış, Bakanlığın görevleri arasından, “ulusal değerler ve Atatürk devrim ve ilkeleri doğrultusunda bireyler yetiştirmek” çıkarılmıştır. Yerelleşme ve özelleşme politikalarıyla eğitimimiz ulusal kimliğinden uzaklaştırılmaya, “Mele” sistemiyle bir ruhban sınıfı yaratılmaya, eğitimde temel alınması gereken laiklik, akılcılık ve bilimsellik ilkeleri bir kenara bırakılarak, dini yapılanma ön plana çıkarılmaya çalışılmaktadır. 12 Eylül faşizmi ile getirilen ve tek mezhep eksenli olarak öğretilen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi zorunlu olmaktan çıkarılmalı ve notla değerlendirilmemelidir.

Devrim yasalarından olan TEVHİD-İ TEDRİSAT Yasası yok sayılarak yeniden eğitim sistemimiz çok başlı hale getirilmek istenmektedir. Önümüzdeki süreçte veliler de kullanılarak karma eğitim sisteminden de vazgeçilmek istenecektir. Aslında bütün hedef okullarımızın medreselere dönüştürülmesidir. Bu nedenle Ulusal bağımsızlığımızın ve ulusal eğitimimizin bir parçası olan ulusal bayramlarımız, ulusal bayram havasından çıkartılarak sıradan bir gün haline getirilmek istenmektedir. 

Bu bağlamda, sendikamız halkımızla birlikte,” 19 Mayıs Atatürk’ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı”nı anlamına uygun ve kitlesel bir biçimde alanlarda kutlanmak için tüm güçlerini seferber edecektir. 

Bütün bu tespitlerin ışığında, Eğitim-İş; ulusun ve emekçi sınıfın devrimci önderliği kimliğiyle hareket ederek, tüm vatan ve emek dostlarını ortak hedefler doğrultusunda birlikte mücadeleye çağırmaktadır. İşçiler ve kamu çalışanları,  ekonomik, sosyal, demokratik ve sınıfsal haklarımıza yapılan saldırılara karşı en kısa zamanda sonuç alacak ve içinde “genel grev”in de olacağı ortak eylemliliklerde birleşmelidir.

Bu nedenle 2012 Ocak ayında Birleşik Kamu-İş, bütün işçi ve memur konfederasyonlarına ortak eylem çağrısı yaparak gerekli sorumluluğu üstlenmiştir. Ancak çağrımıza olumsuz yanıt verilmesi durumunda da konfederasyonumuz ve bileşenleri gerekli eylemi örecektir. Çünkü yarın çok geç olabilir!

Eğitim-İş Başkanlar Kurulu