Nurzen Amuran: Sohbetimize en güncel olaylardan başlayalım. 1990’larda televizyon programı için gittiğim Bahçesaray Şemdinli ve çevresinde terör nedeniyle okullar kapalıydı. PKK Bölge çocuklarının ulusal bir kimlikle yetişmesini istemiyordu. Aradan yıllar geçti: PKK “kendi özünden uzaklaştırılan, köksüz bir nesil ve halk yaratma hedef ve amaçlara hizmet ettiği için” öğretmenlerin akademisyenlerin kentleri terk etmesini istedi. Tehdit etti. Milli Eğitim Bakanlığı ise PKK’nın çağrısından kısa bir süre sonra toplam 3 bin 800 öğretmenin büyük bölümünün ‘hizmet içi eğitim’ mesajıyla görev yerlerinden ayrılmaları talimatını verdi... Siz olaya nasıl bakıyorsunuz? Bir yanda öğretmenlerin can güvenliği öte yanda Kamunun belli bir kesiminin bölgeyi terk edişi.
Veli Demir: Öğretmenlerin hizmet içi eğitim seminerleri Bakanlık tarafından yıllık olarak planlanmakta ve genellikle okulların tatil olduğu yaz döneminde yapılmaktadır. 2015 yılı Öğretmenlerin Hizmet içi Eğitim Planı içinde yer almayan, bölgede eğitim ve öğretimi aksatan ve bölge halkında endişeye neden olan seminer bahanesi, bölgede öğretmenlerin ve öğrencilerin güvenliğini sağlayamayan siyasi iktidarın acizliğidir. 43 bin 127 öğrencinin 104 okulda gördüğü eğitime, belirsiz bir tarihe kadar ara verilmiştir. Olaylar bölgedeki 360 bin öğrencinin mağduriyetine yol açmıştır. Hizmet içi eğitim için belirlenen süre 16.12.2015 tarihinde dolmasına rağmen Bakanlık henüz öğretmenlerin görev yerlerine dönmeleri için duyuru yapmamıştır. Eğitim ve bilim yuvası olması gereken okullar, terör örgütünün hedefi haline gelmiş, birçok okul yakılmıştır. Okulları yakarak öğrencilerimizin ve öğretmenlerimizin can güvenliğini tehdit eden terör örgütü, bölgede korku salmayı, eğitim-öğretimi kesintiye uğratmayı amaçlamakta; böylece bölgedeki hakimiyetini kurmak ve güçlendirmek istemektedir.
Ama asıl üzücü olan siyasal iktidarın okullara kadar inen bu terör olayları karşısındaki sessizliği ve teslimiyetçi tavrıdır. Aylardır süren çatışmalar ve olağanüstü hal koşulları nedeniyle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun bazı illerinde eğitim ve öğretim hizmetleri yürütülememektedir. Çatışmalar ve olağanüstü hal koşulları devam ettiği sürece yaşanan sorunlar katlanarak artacaktır.
Sağlıklı bir eğitim ve öğretim, ancak huzur ve güven ortamının sağlanması ile mümkün olur. Can güvenliğinin olmadığı bir ortamda, çocuklarımızın eğitim hakkından faydalanması mümkün değildir. Öğrencilerimizin ve ülkemizin her tarafında, eğitimin ışığı ve aydınlığını taşıyan öğretmenlerimizin korunması, devletin başlıca görevi olmalıdır. Onların terörün hedefi olması asla kabul edilemez.
Unutulmamalıdır ki, öğretmenlerimiz ve ülkemizin geleceği çocuklarımız şiddete maruz kaldıkça, eğitim hakları ellerinden alındıkça, bu ülkenin yarınlara yürümesi mümkün olmayacaktır. Siyasi iktidarı bölgede bir an önce okulları korumaya, öğrencilerin ve öğretmenlerin can güvenliğini sağlamaya çağırıyoruz.
BİR DEVLETİN ÖĞRETMENİNİ MEMURUNU GERİ ÇEKMESİ EGEMENLİK HAKLARINI KULLANAMAMASI ANLAMINA GELİR
Bir öğretmen dile getirmiş: Çocuklar, 'Öğretmenim gitmeyin, siz giderseniz bu sefer çok daha kötü saldıracaklar' diyorlarmış. Velilerden de aynı serzenişler duyulmuş. Siz bir öğretmensiniz. Çocuklarınızı terk etmiş duruma düşüyorsunuz. Bu bir öğretmen için travmadır değil mi?
Bir öğretmen için çok zor bir durum. Çocuklarını ateşin, yangın yerinin ortasında bırakıp gitmek gibi bir şey. Elbette bu durum hem öğretmen, hem de öğrenciler için bir travmadır. Devlet öğretmenlerin ve öğrencilerin can güvenliğini mutlaka sağlamalı, eğitim-öğretim sürdürülmelidir.
Eğitim ve bilim yuvası olması gereken okullarımız terör örgütünün hedefi haline gelmiş, okullar yakılıp yıkılmıştır. Okulları yakarak öğrencilerimizin ve öğretmenlerimizin can güvenliğini tehdit eden terör örgütü, bölgede korku salmayı, bunu propagandasında kullanmayı amaçlamaktadır. PKK terör örgütüne taviz verip kentlerin silah deposuna dönüşmesine göz yuman siyasal iktidar, mutlaka güvenliği sağlamalı, yaşamı normale döndürmelidir. İnsanların daha fazla travma yaşaması sona erdirilmelidir. Olağanüstü durumdan derhal çıkılmalı, olağan yaşamın koşulları yaratılmalıdır.
LAİK BİLİMSEL VE DEMOKRATİK EĞİTİM İRTİFA KAYBETTİ
Lise son sınıf öğrencileri Martta üniversite sınavına girecek. Herkese aynı sorular yöneltilecek..Binlerce çocuğun sene kaybını kim karşılayacak? Eğitimde fırsat eşitliğinden söz edenler bu haksızlığı nasıl gidermeli, ne gibi önlemler alınmalı?
Eğitim ülkenin en sorunlu alanı. AKP 13 yıllık süreçte eğitim sistemini çökertti. Laik, bilimsel ve demokratik eğitim irtifa kaybetti. Ama eğitim bölgede daha da sorunlu. Öğretmen açıkları, altyapısı yetersiz okullar, kız çocuklarının okula gönderilmemesi, mevsimlik işçi çocuklar zaten eğitimin bölgedeki risk unsurları idi. Ayrıca ülkenin genelinde olan fırsat eşitliği sorunu bölgede faciaya dönüşmüş durumda. Okulların terör nedeniyle kapalı olması, hem lise öğrencilerinin YGS, LYS hem de ortaokul öğrencilerinin TEOG sınavlarında ciddi sorunlar yaşanmasına neden olacaktır. Çünkü okulların kapalı olduğu süre çok uzamıştır. Bazı yörelerde otuz yılı buldu. Bu açığı telafi eğitimi ile kapatmak mümkün değildir. Öğrencileri mağdur etmeyecek bir yol bulunmalıdır. Ayrıca başka yerlere giden öğrencilerin uyum sorunu vardır. Bölgedeki çatışmalardan dolayı travma yaşayan öğrencilerin psikolojik sorunları da dikkate alınıp çareler üretilmelidir. Bizce en önemli çare bölgenin tekrar olağan koşullara döndürülmesi, huzur ve güvenin sağlanmasıdır. Güvenlik sağlandıktan sonra geçen yıllar, yetişkin eğitimi ile giderilmeye çalışılmalıdır.
Sözde “demokrasi geliyor” diye Ortadoğu da ateş çemberine döndü.Milyonlarca insan yurt arıyor. AB mülteciler için Türkiye’ye 3 milyar Euro ayırmış.. Bugün ülkemizde resmi olmayan rakamlara göre 2.5 milyon Suriyeli mülteci bulunduğu söyleniyor. Çocukları okuldan yoksun. Yarım milyona yakın çocuk için ne yapılmalı?
ABD –AB başta olmak üzere küresel emperyalist ülkelerin yutturmasıyla Büyük Ortadoğu (BOP) Projesi kapsamında demokrasi getireceğiz diye başlattıkları Arap Baharı kendi sömürgeciliklerini pekiştirmeye yaradı. Tunus, Libya, Mısır, Yemen ve son olarak da Suriye kısaca Afrika ve Ortadoğu’da yaratılan iktidar) boşluğu ve zafiyeti sonucunda bu ülkeler emperyalizm güdümlü teröre teslim olmuştur. Bu ülkelerde yaşayan milyonlarca insan ülkesini terk etmek zorunda bırakılmıştır.
Suriye’de yaşanan iç savaşta ve mülteci akınında AKP iktidarının Suriye’nin iç işlerine karışarak izlediği mezhepçi yanlış dış politika da çok etkili olmuştur. Bu konuda sadece sonuca bakarak değerlendirme yapmak doğru değildir; sebeplerinin de iyi analiz edilmesi, sorgulanması gerekmektedir.
Komşumuz olan Suriye’den ülkemize de 2,5 milyon civarında mülteci sığınmıştır. Avrupa’ya da binlerce mülteci koşulları zorlayarak sığınmış, özellikle deniz yolunu seçen mültecilerin önemli bir kısmı Akdeniz’de balıklara yem olmuştur. Akdeniz yüzyılımızın en vahim insanlık dramının yaşandığı yer olmuştur. Bu olayların en çok kurbanları ise çocuklar, kadınlar ve yaşlılardır.
Elbette ülkemize sığınan mültecilere sahip çıkmak, sorunlarıyla ilgilenmek gibi insani bir sorumluluğumuz bulunmaktadır. Onların barınma, konaklama, beslenme, sağlık, eğitim gereksinimlerini de karşılamak gerekiyor. Özellikle çocukların eğitim hakkından yararlanmaları hem onların geleceği, hem de ülkemizin ve komşumuz Suriye’nin geleceği açısından çok çok önemlidir. Çünkü bu kadar çocuk eğitim almazsa gelecek için büyük tehlike oluşturur. Mafyanın, çetelerin kucağına düşerler ve toplumsal facianın canlı bombası olurlar. Hem çocukların, hem de diğer mültecilerin eğitilmesi, rehabilite edilerek hayata kazandırılması sadece ülkemizin değil, tüm insanlığın sorumluluğundadır.
AB’nin Türkiye’de oluşturulacak toplama kampına karşılık Türkiye’ye vereceği 3 milyar euro’luk yüz kızartıcı rüşvet ülkemize yakışmıyor. Bunu kabul ülkemiz adına yüz karası bir durumdur. İnsanların yaşam hakkı hiç bir maliyet ile ölçülemez. Bu anlamda Türkiye’ye 3 milyar euro rüşvet teklif eden emperyalist AB’yi de kınıyoruz. Burada yapılması gereken insanları yurdundan eden savaş koşullarının ortadan kaldırılması, ülkelerinde barışın sağlanmasıdır. Geçici bir önlem olarak mülteci çocukların eğitimi konusunda ülkemizdeki mülteci kamplarında eğitim kurumları oluşturulmalı, eğitimcisi, donanımı çağdaş koşullara uygun şekilde hazırlanmalıdır. Ayrıca Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı atıl durumdaki okulların, binaların bakım ve onarımı yapılarak eğitimden yoksun kalan öğrencilerin hizmetine sunulmalıdır. Bu işleri yapabilecek olan ataması yapılmayan 400 bin öğretmen görev beklemektedir.
SORUN ARAPÇA DİLİ DEĞİL,SORUN LATİN HARFLERİNDEN OLUŞAN TÜRK ALFABESİNE BAKIŞTADIR
Bakanlık uygulamalarına dönelim MEB Talim ve Terbiye Kurulu’nun 2015’te yayımladığı kararına göre, İlkokul Arapça Dersi öğretim programının, 2016-2017 öğretim yılından itibaren 2. sınıftan başlamak üzere kademeli olarak uygulanması kararlaştırılmış. Sizler karşı çıkıyorsunuz. Zor bir dil olduğu için mi yoksa siyasi bir karar olarak gündeme getirildiği için mi?
Anayasamızın 174. Maddesi ile koruma altına alınarak Anayasa’ya aykırılığı ileri sürülemeyen 1 Kasım 1928’de 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabulü ve Tatbiki Hakkındaki Kanun’la gerçekleştirdiğimiz harf devrimiyle Türk halkı tarafından benimsenip öğrenilemeyen Arap alfabesine son verilmişti. Bu iktidar, Türk devrimlerinin en önemlilerinden biri olan Türk harflerinin kabulüne karşı her fırsatta Arapça’yı tekrar topluma dayatma çabası içerisindedir. İlkokul 2. sınıf öğrencilerine kadar Arapça dersi öğretilme çabası da bunun bir göstergesidir. Bu çabanın pratik hiçbir değeri yoktur. Arapça, belli yaşta yabancı dil olarak zaten öğretiliyor.
Buradaki amaç, bu dilin öğrenilmesi değil, Cumhuriyetle gerçekleştirilen eğitim devriminin baltalanmasıdır. Arapça dersinin öğretim programının Din Öğretimi Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanması da dil öğretiminin değil din öğretiminin hedeflendiğinin göstergesidir.
Arapça dersi projesinin gerçekte ideolojik bir çerçevede şekillendirildiği ortadadır. AKP iktidarıyla birlikte Cumhuriyet’in kazanımlarına ve ulusal değerlerimize yönelik olarak başlatılan karşı devrim sürecinin, eğitim üzerinden yürütülmesi son derece endişe vericidir. Ekonomik ve sosyal kalkınma bahanesi ile Arapça öğretimi yasallaştırılarak, eğitim sistemini dinselleştirme projesi hayata geçirilmektedir.
Tevhid-i Tedrisat Kanunu’na açıkça aykırı ve Türk harf devrimine saldırı niteliği taşıyan bu girişimle AKP, medrese-mektep bütünlüğünü sağlayarak eğitim birliğinin getirdiği bilimsel eğitimi tamamen ortadan kaldıracaktır Osmanlıca, Arapça derken, yakında tüm dersler Arapça okutulacaktır. Kısacası sorun Arap dili değil, eğitimi dincileştirmedir. Alfabe ikincil bir nedendir.
AMAÇ DİN ADAMI İMAM YETİŞTİRMEK DEĞİL KENDİ İDEOLOJİK YAPILARINA UYGUN “DİNDAR VE KİNDAR” NESİL YETİŞTİRMEKTİR
70 bin civarında olan imam-hatip öğrenci sayısının, bugün 1 milyonu aştığını söylüyorsunuz. Ülkemizde din adamı ve ahlak öğretmenleri açısından bu kadar büyük bir açık mı var?
4+4+4 gerici eğitim sistemi ile Anayasa’nın 24. Maddesinde zorunluluğu belirtilen din kültürü ve ahlak bilgisi öğretimine ek olarak eğitimin tüm kademelerinde Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinin zorunlu hale getirilmesi, ayrıca tüm okullara seçmeli adı altında Hz. Muhammed’in Hayatı, Temel Dini Bilgiler ve Kur’an-ı Kerim derslerinin konması, buna ek olarak tüm okulların yöneticilerinin de bu branştan atanması sonucu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi branşına olan gereksinim artmıştır.
Bugün okullarımızda bilim ve fen dersleri ile spor ve sanat derslerinin sayısı düşerken Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersleri ile sözde seçmeli ama gerçekte zorunlu din bilgisi derslerinin haftalık süresi 10 saate kadar çıkabilmektedir.
MEB’in 2014/2015 istatistiklerine göre Türkiye genelinde imam hatip ortaokulu sayısı bir yılda 1361’den 1597’ye, imam hatip lisesi sayısı ise 854’ten 1017’ye çıkmıştır. Yine imam hatip ortaokullarında görev yapan öğretmen sayısı 11 bin 408’den 17 bin 325’e, derslik sayısı ise 7 bin 134’ten 10 bin 385’e yükselmiştir. İmam hatip ortaokullarında 22 öğrenciye 1 öğretmen düşmektedir. Öğretmen ihtiyacının had safhaya ulaştığı ülkemizde imam hatiplerin öğretmen kadrosu bakımından avantajlı olması dikkat çekicidir. Amaç din adamı, imam yetiştirme değil, kendi ideolojik yapılarına uygun “dindar ve kindar” nesil yetiştirmektir.
YARATICI VE ÜRETKEN OLMAYAN EĞİTİM ANLAYIŞI KİŞİNİN ÖZGÜRLEŞMESİNİ KENDİ KİŞİLİĞİNİ BULMASINI ENGELLEMEKTEDİR
Biraz önceki açıklamalarınızdan anlaşılıyor ki çağdaş, sorgulayan teknoloji üretecek kapasiteyi ortaya çıkaramayan doğma bilgilerle beyinleri yoran bir eğitim sistemiyle karşı karşıyayız. Çocuklarımızı bu anlayıştan nasıl koruyacağız?
Eğitim, kişinin davranışlarının bilinçli ve düzenli bir biçimde geliştirilmesi, olumlu olarak değiştirilmesi etkinliklerinin bütünüdür. Aynı zamanda temel bir insan hakkıdır.
Ulusal eğitim politikaları belirlenirken kişinin yetenekleri ve gereksinimleri ile toplumun beklentileri arasındaki uyum ve denge mutlaka gözetilmelidir.
Ulusal eğitim, aklın ve bilimin ışığında biçimlenmelidir. Demokratik, laik bir eğitim anlayışıyla aklın özgürleşmesini sağlayacak bir ulusal eğitim çizgisi kesintisiz uygulanmalıdır. Ancak o zaman “ fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” nesiller yetiştirilebilir. Toplumun kadın-erkek bir arada, eşit eğitim koşullarında çağdaş bir eğitim anlayışıyla eğitilmesi “Çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkma” hedefine ulaşmamızı da kolaylaştıracaktır. Ulusal eğitimde Eğitim Birliği Kanunu (Tevhid-i Tedrisat) bu nedenle çok önemli bir yer tutmaktadır.
Ulusal eğitim, Cumhuriyet değerlerinin ve aydınlanma devriminin en önemli ayağını oluşturmaktadır. İlkeleri Cumhuriyetin kuruluş felsefesiyle biçimlenmiştir.
Ulusal eğitim politikası, bireyin hakkı ile onun içinde yaşayacağı ve özgürleşeceği toplumun gereksinimleri, ulusal ve evrensel değerler dikkate alınarak düzenlenmeli, uygulanmalıdır.
Böylece eğitim, hem insan aklını özgürleştirecek, hem ona yaşamsal becerileri, hem de yurttaşlık bilincini kazandıracaktır.
Eğitim, kişinin tüm yeteneklerini geliştirecek ve onu topluma etkin bir şekilde hazırlayacak nitelikte olmalıdır. Ezberci, öğrencileri sınavlara koşullandıran, zihinleri gereksiz bilgilerle dolduran günümüz eğitim anlayışı terk edilmelidir. Yaratıcı ve üretken olmayan bu eğitim anlayışı, kişinin özgürleşmesini, kendi kişiliğini bulmasını engellemektedir. Bu nedenle kişi kendi özgüveni yerine başkalarına kolayca tabi olan, kararsız, kişiliksiz nesillerin yetişmesine yol açmaktadır.
OKULLARDAN HARAÇ TOPLAMA KONUSU SONLANMAZSA SORUN YARGIYA TAŞINACAKTIR
Eğitim-İş olarak bir ara çok önemli bir iddiada bulundunuz: Dediniz ki “Terör örgütleriyle adı anılan sözde bir yardım kuruluşu okullarda adeta haraç toplamaktadır. Her okula belli bir limit konulmuştur ve her sınıf bu parayı toplamak zorundadır. Toplanan bu paraların nerelere gittiğini hiç kimse bilmemektedir.” Bu önemli ve kanıtlanması gereken bir iddia. Sonuç?
Milli Eğitim Bakanlığı ile İnsan Hak ve Hürriyetleri İnsani Yardım Vakfı’nın (İHH) işbirliğiyle yürütülen “Her Sınıfın Bir Yetim Kardeşi Var” projesi kapsamında, öğrencilerden "insani yardım" amacıyla para toplanmaktadır.
Proje kapsamında, kampanyaya katılan sınıflar en az bir yıl boyunca, her ay 90 TL toplamayı taahhüt etmek zorundadırlar. Bakanlık onayını gören İl Milli Eğitim Müdürlükleri konuyu kendilerine vazife edinerek tam destekte geri durmamışlardır.
Birçok ilden gelen bilgiler ışığında, Bakanlığa ve Valiliklere yaptığımız uyarılara rağmen para toplanmasına devam edilmektedir.
Okullarda, okul aile birlikleri bile bağış aldığında, okul idareleri soruşturma geçirirlerken, Bakanlığın kontrolü kendisinde olmayan, kamuoyunca tartışılan bir vakfa izin vermesi kabul edilebilir değildir. Okullarımızda kampanyaya katılan öğretmen, katılmayan öğretmen; para veren öğrenci, vermeyen öğrenci; yetime yardımı destekleyenler, desteklemeyenler şeklinde ayrışmalara ve tartışmalara yol açan bu uygulamaya imza atan Bakanlık yetkililerini yeniden uyarıyoruz. Öğrencileri ve öğretmenleri kutuplaştıran, ayrıştıran, pedagojik olmayan, zora dayanan bu uygulamaya derhal son verilmelidir. Konu ikinci kez tarafımızca MEB’e sorulmuştur. Okullardan haraç toplama konusu sonlanmazsa, yargıya taşınacaktır.
Çocuklarımızın ve ailelerinin yüksek manevi duyguları istismar edilerek, her sınıftan taahhütlü olarak toplanan paraların akıbeti hakkında derin şüpheler oluşmaktadır.
İlgili vakfın içerisinde Suriye’ye götürülmek üzere silah bulunduğu gerekçesiyle durdurulan TIR’larla da gündeme gelmesi, endişelerimizin artmasına yol açmaktadır.
DEVLET KESESİNDEN YANDAŞ ÖZEL OKULLARA PARA AKTARILIYOR
Kamusal eğitime ayrılması gereken kaynakların dershanelerin dönüşümü bahanesiyle, özel öğretime aktarıldığından yakınıyorsunuz. Bu kaynak ne şekilde değerlendirilebilir?
Özel okullara kayıt yaptıran 230 bin öğrenciye 3 bin 750 TL’ye kadar destek verilmektedir. Bu parayı ülkedeki 18 milyon öğrenciye dağıtsak öğrenci başına 62 TL. düşecektir. Devlet okulları öğrenci başına 62 TL para alsa kendi masraflarını rahat rahat karşılayabilecek. Ama ne yazık ki devlet kesesinden yandaş özel okullara para aktarılıyor, devlet okullarının altyapı sorunları var, hizmetli-memur ve öğretmen açıkları var. 350 bin öğretmen atamayı beklemektedir.
Bilindiği gibi “ulusal eğitim” hedeflerine ulaşabilmek için özellikle ve öncelikle sağlıklı, nitelikli ve verimli bir eğitim-öğretim sürecini gerçekleştirmek gerekiyor. Bunun için de amaca uygun bir altyapının oluşturulmasına gereksinim vardır. Hem öğretmenin, hem de öğrencinin eğitim ortamından hoşnut olması gerekir ki, zevkle ve istekle eğitim yapılabilsin.
Ülkemiz koşullarında eğitim vahim bir tablo ortaya koymaktadır. Anayasamızın 42’inci maddesinde “İlköğretim, kız ve erkek bütün vatandaşlar için zorunludur ve devlet okullarında parasızdır.” denilmektedir. 222 sayılı İlköğretim ve Eğitim Kanunu, ilköğretimin gelir, giderleri ve planlamasını yapmıştır. Gelirler, giderler ve planlama kağıt üzerinde ayrıntılı olarak yer almasına karşın maalesef uygulama çok farklıdır. Devleti yöneten iktidar sahipleri yasal zorunluluklara kendileri uymamaktadırlar. AKP iktidarı döneminde ilköğretim el yordamıyla, kendiliğindenci bir anlayışla işlevini sürdürmeye çalışmaktadır. Siyasal iktidar bu okulların sadece kadrolaştırılmasıyla, imamlaştırılmasıyla uğraşmaktadır. Bakanlık ve hükümet ilköğretime yeterli ödenek ayırmamakta, genelde sadece çalışan personelin aylığını, ücretini ödemekte, diğer konular da yerel yöneticilerin maharetine ve insafına terk edilmektedir. Eğitim özelleştirilmekte, ticari bir meta gibi görülmektedir.
Öğretmenlerin geçim standartlarında bir rahatlama oldu mu? Çünkü öğretmenlere duyulan saygının bir göstergesi rahat bir yaşama ortamının sağlanmasına bağlı değil mi?
Öğretmenlerin toplumsal statüleri, ekonomik, sosyal ve özlük hakları, Cumhuriyet döneminden bugüne geçtiğimiz yıllar içinde sürekli gerilemiştir. Özellikle AKP iktidarı döneminde eğitim sisteminde yaşanan köklü değişiklikler, 4+4+4 gerici eğitim yasasıyla Öğretim Birliği’ne vurulan darbe, okul dönüşümleri, siyasi kadrolaşma, yandaş yönetici atama hevesi, eğitimin dini referanslara göre şekillendirilmek istenmesi öğretmenlerin yaşadığı sorunları daha da derinleştirmiştir.
Eğitim-İş’in 24 Kasım Öğretmenler Günü nedeniyle, 24 ilde 833 öğretmenle görüşerek yaptığı “Öğretmenlerin borç durumlarına ilişkin öğretmen görüşleri” adlı araştırma sonuçları da öğretmenlerin ekonomik açıdan yaşadığı sıkıntıları ortaya koymuştur.
Ankete katılan öğretmenlerin yüzde 71’i kredi kartına, yüzde 74’ü bankaya, yüzde 43’ü esnafa, yüzde 36’sı ise şahıslara borcu olduğunu belirtirken, yüzde 46’sı annesinden ve babasından maddi destek alıyor. Borçla geçinmek zorunda kalan öğretmenlerin yüzde 29’u ek iş yapıyor, sinemaya, tiyatroya, tatile gidemiyor, yüzde 7’si maaşına en az bir kez icra geldiğini kaydediyor. Araştırma sonuçları öğretmenlerin yüzde 73’ünün gelecekten ümitli olmadığını ortaya koyarken, yüzde 80’i özgürce fikirlerini açıklayamadığını, yüzde 70’i de siyasi baskı hissettiğini söylüyor.
Eğitim–İş kurulalı on yıl oldu.10.yıl Kutlama törenlerinden birinde, Eğitim-İş’in 2005 yılında 47 kişi tarafından yer bulunamadığı için sokakta kurulduğunu dile getirdiniz. Bu on yıl nasıl geçti?
Eğitim-İş, eğitim işkolundaki sendikaların, sendikal düzlemden uzaklaştıkları, krize girdikleri bir dönemde eğitim çalışanlarının umudu olarak kuruldu. O dönemde bazı sendikaların baskısı ile önceden bir sendikadan kiraladığımız salonu bile Eğitim-İş kurucularına vermediler. Dolayısıyla Kızılay’da sokakta kurulduğumuz doğrudur. 17 Ekim 2005’i bugün gibi hatırlıyorum. Çünkü ben de 47 kurucudan biriyim. Zor bir süreçte kurulduk. Hem kamu emekçilerinin sendikalara umudu azalmış, hem de Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetten rövanş almak isteyen bir siyasal koalisyon (cemaatle) iktidara gelmişti. Emeğe kör, cumhuriyet devrimlerine karşı, bilimsel, laik, demokratik ve kamusal eğitime inanmayan bir iktidar döneminde örgütlenmek, büyümek ve umut olmak tabi ki çok zor. Ama önemli olan da zoru başarmak. İşte Eğitim-İş zoru başaran bir sendika.
Bu 10 yıllık süreçte tüm engellere karşın ülkemizin her yerinde örgütlenerek şube ve temsilcilikler açmış, üye sayısı 50 binleri aşmış, eğitim çalışanlarının yegane sığınağı, hem hukuk mücadelesinde hem de sendikal eylem ve etkinliklerde özne ve önder olmuştur. Aslında en önemli kazanımı da eğitim çalışanlarının umudu olmasıdır.
Bilimsel ve laik eğitime kendini siper ederek saldırılara karşı durmuştur. Eğitim-İş, eğitim sendikalarının tarihinde ilk kez ekonomik kazanım elde ederek nöbet görevinin ücretlendirilmesini sağlamıştır. Bu süreçte gericiliğe, bölücülüğe ve ırkçılığa karşı durarak Başöğretmen Mustafa Kemal Atatürk’ün izinde, emek ve demokrasi mücadelesinin bayraktarlığını yapmıştır.
Son olarak okuyucularımızla paylaşmak istediğiniz bir haberiniz var mı?
Bir yazarın dediği gibi: “kanatlarımızın uzaması için uzaklara uçmamız gerektiğini” biliyoruz. Dolayısıyla yorulmamak üzere çıktığımız bu yolda çok çalışacağız. Sınıfsal karakterimizle sömürüye, devrimci ve yurtsever bilincimizle küresel kapitalizme ve emperyalizme karşı duracağız. Bunları demokratik ve meşru yoldan defetmeden bu ülkeye barış ve demokrasinin gelmeyeceğini yediden yetmişe herkese anlatacağız. Eğitim-İş yüz yıldır süre gelen öğretmenin uyandırma görevini yerine getirecektir. Edip Cansever’in dediği gibi, “umudu dürtüp, umutsuzluğu yatıştıracağız.” Ülkemize umut olacağız.
Önümüzdeki süreçte Eğitim-İş;
Bolu Beyi’ne karşı Köroğlu,
Hızır Paşa’ya karşı Pir Sultan,
Derviş Mehmetlere karşı Kubilay,
Emperyalizme karşı da Mustafa Kemal olacaktır.
Kalemin, defterin aynı olduğunu biliyoruz. Önemli olan Eğitim-İş’in ne yapacağı, ne yazacağıdır. O yazı, tüm emekçilerin birlikteliğinde, emek, mücadele, demokrasi, barış, Türkiye, Cumhuriyet, Atatürk olacaktır.
Bu hedefiniz Türk Ulusu’nun hedefidir.Yeni yılla birlikte aydınlık yarınlara diyelim.Bu güzel sohbet için teşekkürler.
Ben teşekkür ederim.
Röportaj: Nurzen Amuran
Odatv.com