ABD ve AB öncülüğünde, sömürge alanlarını geliştirmeye çalışan ve küreselleşme adı altında politikalar üreten büyük şirketler, bu uygulamalarıyla dünyayı kan ve gözyaşına boğmaya devam etmektedirler. Ulusların kültürel zenginliklerini ifade eden farklılıklar, emperyalizmin yayılmacı hedeflerine hizmet eden, “böl yönet” mantığı ile etnik ve mezhepsel çatışmalara dönüştürülmektedir. BOP çerçevesinde Afganistan’da, Kuzey Afrika’ da ve Ortadoğu’da yaşananlar da bu yönüyle emperyalizmin gerçek yüzünü ortaya koymakta, ulusların birliği yok edilmek istenmektedir. Özellikle komşumuz Suriye’deki gelişmeler çok ciddi boyuttadır.
Ülkemizde 1950 yılından bu yana devam eden karşı devrim süreci, dokuz yıllık AKP iktidarında gerici, bölücü, ırkçı işbirliği ile Cumhuriyetle hesaplaşmaya dönüştürülmüştür. Dünya Bankası ve IMF’nin talimatlarıyla başlatılan özelleştirmeler sonucunda, sosyal devlet anlayışı ve yılların birikimi ile oluşturulan ekonomik değerlerimiz, uluslar arası şirketlere peşkeş çekilmiştir. Özelleştirmenin en ağır sonuçlarından olan işsizlik ve yoksulluk Cumhuriyet tarihinde en üst seviyeye çıkmıştır. Ülkemiz ekonomisi, dış etkilerden kaynaklanan krizle yönetilir hale gelmiştir. Aydınlanmacı devrimler sonucunda oluşan devlet kurumlarımız bir bir çökertilmiş; Cumhuriyetin, insan hakları ve demokrasinin olmazsa olmazı olan yargı bağımsızlığı tamamen ortadan kaldırılmıştır. AKP iktidarı, dış politikada da, ABD emperyalist politikalarının taşeronluğunu yapmış; ülkemizi başta Suriye olmak üzere tüm komşularıyla sorunlu hale getirmişti. Atatürk döneminde, dış politikanın temel uygulaması olan “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesi terk edilmiştir.
Türkiye bugün, Mustafa Kemal ATATÜRK önderliğinde devrimle kazandığı bağımsızlığını kaybetme noktasına getirilmiştir. Yine Cumhuriyet devrimi sonucunda oluşturduğumuz ulusal birliğimiz, Amerikan Emperyalizmi ile el ele veren yerli işbirlikçiler ve terör örgütleri tarafından yok edilmeye çalışılmaktadır.
Dünyadaki ve ülkemizdeki bu gelişmelere karşı direnç oluşturmaya çalışanlar, ulusumuzun, demokrasimizin geleceğinden kaygı duyanlar en ağır şekilde cezalandırılmaktadır. Yurtsever aydınlarımız, gazetecilerimiz, sendikacılarımız, milletvekillerimiz, siyasi parti liderlerimiz sıkıyönetim dönemlerinde dahi uygulaması olmayan “Özel Yetkili Mahkemeler” tarafından tutuklanmaktadır. Halkımız kendini umutsuz ve çaresiz hissetmektedir.
Bu siyasi gelişmelerin dışında olmayan sendikal örgütlerde de, aynı umutsuzluğun ve çaresizliğin izlerini görülmektedir. İşçi sendikaları emek kayıpları karşısında sessiz kalmakta, işçilerin en önemli kazanımı olan kıdem tazminatlarının hükümet tarafından kaldırılması karşısında bir şey yapamamaktadır. İşçi sendikaları arasındaki üye kapma yarışı işçi sınıfının örgütlerini hızla eritmekte, hükümet yanlısı sendika anlayışını güçlendirmektedir. Bugün 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliğiyle sendikal hakları geliştireceği iddia edilen maddelerin, aslında büyük kayıplar içerdiği anlaşılmıştır.
4688 sayılı kanunla oluşturulmuş olan Kamu sendikaları da işçi sendikalarının içinde bulunduğu durumdan farklı görünmemektedir. Hükümet yanlısı olan sendikalar hızla büyümekte, kamu emekçilerinin haklı taleplerini dile getirmeleri gereken sendikalar ülkemizin geleceğini, birliğini, bölünmez bütünlüğünü karartacak siyasi söylemleri ön plana çıkarmaktadırlar. Aynı sendikalar, kamu çalışanlarının kayıpları karşısında korkak, aciz ve teslimiyetçi bir anlayışla varlıklarını sürdürmektedirler.
Bu durumda, Muhalefet gücünü elinde bulunduranlar, halkımızın umutsuzluğunu ve çaresizliğini gidermek için, gerçekçi ve etkin çözüm önerilerini hayata geçirmek zorundadırlar.
Kurulduğu günden bugüne kamu çalışanlarının yegâne umudu haline gelen sendikamız Eğitim-iş, bütün bu gelişmeler karşısında, özellikle 15 Ağustos’ta Ankara’da gerçekleştirdiği “Grevli Toplu Sözleşmeli Sendikal Hak” eylemiyle sendikal duruşun nasıl olması gerektiğini bir kez daha ortaya koymuştur. 15 Ağustos eylemi Türkiye’de bizim dışımızdaki sendikal örgütlerin, hükümetle işbirliği içine girdiğinin açıkça deşifre edildiği bir eylem olmuştur.
Genelde kamu çalışanları özelde de eğitim emekçileri önümüzdeki ay sözde yapılacak yasal düzenleme ile toplu sözleşme imzalayacaklardır. Bu durumda özellikle Ekim ayı ve sonraki aylar sendikamız açısından oldukça önemli günlerdir. Çünkü bağlanmış bir bütçe üzerinde işverenle masaya oturacağız. Söz konusu durum açık bir tiyatrodan ibarettir. Eğitim emekçilerinin gerçek örgütü olan Eğitim-İş bu toplu sözleşme tiyatrosunu, işyerleri başta olmak üzere sokakta ve her tür kamuoyu aracı ile teşhir etmeye devam edecektir.
652 sayılı KHK ile Milli Eğitim Bakanlığı Teşkilat ve görevleri hakkında değişiklik yapılmış, Bakanlığın görevleri arasından ulusal değerler ve Atatürk tasfiye edilmiştir. Ülkesi olmayanın sendikası da olmaz şiarı ile kurulan Eğitim-İş bu oldu bittiye asla izin vermeyecektir.
Anayasal güvence altına alınan aile bütünlüğü yine aynı KHK ile yok edilmekte, özür grubu tayinlerinin yılda bir kez yaz mevsiminde yapılacağı ifade edilmektedir. Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığının yetkileri alınmış, karar verme yetkisi sadece Bakana verilerek bu kurul işlevsiz hale getirilmiştir. Bu kararname ile eğitim alanı tamamı ile kural tanımaz sermayenin insafına terk edilmektedir.
652 Sayılı Kanun Hükmündeki Kararname ile ortaya konulan anlayış ve tutum, ileride gerçekleştirilmesi düşünülen Anayasa değişikliğine yönelik önemli ipuçları da içermektedir. Bu durumda önümüzdeki süreçte Eğitim-İş’in zorlu bir mücadele içinde yer alacağını ortaya koymaktadır. Bu zorlu mücadelede Eğitim İş halkçı, parasız, demokratik, laik, bilimsel ve ulusal eğitim hedefinden asla taviz vermeyecek, karşı devrimin emek düşmanı uygulamalarının karşısında onurlu mücadelesini sürdürecektir.