Öğretmenlerin kendilerine dayatılan tepeden inme meslek kanununa ve onun akıl almaz uygulamalarına karşı tek yürek olup gösterdiği güçlü tepki sonrasında basına konuşan Milli Eğitim Bakanı Mahmut Özer, hatasından dönmek yerine gerçekleri çarpıtan açıklamalarda bulunmuştur.
Meslek kanununa ilişkin ilk günden beri en güçlü karşı çıkışı sergileyen ve kanunun olası tahribatlarını defalarca anlatan Eğitim-İş olarak Bakan Özer’in gazeteci Fatih Altaylı’ya verdiği demeçteki manipülasyonları deşifre etmek boynumuzun borcudur.
Yalanlar ve gerçekleri yan yana sıralayacak olursak:
- Bakan Özer, öğretmenlerin bir sınava tabi tutulması yerine lisansüstü ve doktoraya yönelmelerini sağlama fikrine sendikaların karşı çıktığını iddia etmiştir. Bakan bu diyaloğu hayal dünyasında mı yaşamış yoksa her zamanki gibi konuyu sadece yandaş sendikalarla mı konuşmuştur bilemiyoruz ancak Eğitim-İş’in böyle bir tutumu olmamıştır. Eğitim-İş her zaman lisansüstü ve doktoraya yönelen öğretmenlerin teşvik edilmesi gerektiğini savunmuş, sadece bu yapılırken eşit işe eşit ücret ilkesinin çiğnenmemesi gerektiğine dikkat çekmiştir. Ayrıca daha önce notunu düştüğümüz üzere; bu yöntemde akademiye yönelmeyecek ya da çeşitli nedenlerle yönelemeyecek eğitim emekçilerinin mağdur edilmesinin önüne geçilmesi elzemdir.
- Bakan Özer, alaycı ifadesi ve imalarıyla öğretmenlerin meslek kanunu ve onun öngördüğü sınava körü körüne karşı çıktığını ileri sürmektedir. Oysa öğretmenlerin itirazı çok somut ve dayanaklıdır. Öğretmenler bir meslek kanununa değil, bu meslek kanuna karşıdır. Yani öğretmene dahi sorulmadan, Saray’ın talimatıyla, bir teneffüs arasında yazılabilecek kadar basit 12 maddeden ibaret bir metin olarak hazırlanan, içeriğinde eğitim emekçisinin mesleki, özlük ve ekonomik sorunlarına dair hiçbir iyileştirici hamle barındırmayan ve aksine öğretmenlerin kazanımlarına saldıran bu meslek kanununa karşıyız.
- Bakan Özer’in açıklamasında kurduğu mantıkta da hatalar göze çarpmaktadır. “Sınav yapmazsak öğretmenlerin eğitimden ne aldığını nasıl ölçeriz. Bu ayıp mı?” diyerek durumu masumlaştırmaya çalışsa da “ayıp” olan; zaten uzman olan öğretmenlere, uzmanlık sıfatını ve mesleklerini icra etmekten doğan haklarını şartlara/kriterlere/sınavlara bağlamaktır. Ayıp olan adına uzaktan eğitim bile denilemeyen 180 saatlik bir video eğitim programı yapıp, onun altyapısını bile çökmeyecek şekilde inşa etmeyi becerememektir. Ayıp olan 180 saatlik donuk ve akıcılıktan uzak bu videolar ile sınava hazırlanmak için adres gösterilen yazılı dokümanların birbirinden ne kadar farklı olduğunu bile görememektir. Ayıp olan, örneğin 20 yıllık bir öğretmene ezbere dayalı bir sınav ile “ne kadar öğretmensin” diye sormaktır. Ayıp olan, eğitimci bile değilken Milli Eğitim Bakanı olan bir zatın, eğitimcilerin “yeterliliklerine” dair ahkam kesmeyi kendine hak görmesidir. Ayıp olan eğitimci olmadığı halde Milli Eğitim Bakanı olmayı kabul eden, Bakan yardımcısı koltuklarına imamlardan hallice isimleri dolduran bir şahsın, liyakate önem verdiği için sınav yöntemini seçtiğini ileri sürmesidir. Ayıp olan, “madem uzmanlık bu kadar basit, bu 180 saatlik videoları eğitim fakültelerindeki programlara dahil edip, hali hazırda uzman olarak mezun olmuş öğretmenleri neden rahat bırakmıyorsunuz?”, “İlgili yasa 2004’te çıktığından bu yana 92 bin 382 uzman öğretmen, 338 de başöğretmenlik sıfatı dağıtıldı. Bu durumun eğitimde ne fayda yarattığını gördünüz?”, “Madem öğretmenler ‘yetersiz’, yılsonunda onlara başarı belgelerini imzalayıp yollarken utanmadınız mı?” sorularını havada bırakmaktır.
- Milli Eğitim Bakanı Özer’in “ah”layarak yaptığı açıklamasında diğer bir yanlış da “Bugüne kadar eğitim sistemimizin başarısını veya başarısızlığını ve kalitesini hep öğrenci üzerinden ölçtük. Yani çıktıya baktık. Bunca yıldır bu yöntemle eğitim kalitemizi artırdığımızı söyleyemeyiz. Demek ki, farklı bir bakış açısı gerekiyor” deyip, yüzlerini o yüzden öğretmene çevirdiklerini anlatmasıdır. Oysa eğitim sisteminin başarısızlığı, öğrenci de eğitimci de değildir. Bakan Özer’in bakması gereken tek yer aynadır. Eğitimin dağ gibi büyüyen ve kronikleşen sorunlarına arkasını dönen, öğrenci ve eğitim emekçisinin sorunlarını görmezden gelen, eğitime dair önemli açıklamaları bile Saray’dan izin almadan yapabilme iradesini gösteremeyen bir zatın, hatayı uzakta aramasına ihtiyaç yoktur.
Gazeteci yazar sayın Fatih Altaylı’ya gazeteciliğin olayın taraflarına eşit söz hakkı tanıma ilkesini hatırlatıyor, Bakan’ın demeçlerini her mecrada çürütmeye hazır olduğumuzun altını çiziyoruz.
Öğretmenleri bölmeye, öğretmenliği değersizleştirmeye yönelik bu meslek kanunu, alaycı ifadelerle savunacak kadar kendinden emin bir profil çizen Milli Eğitim Bakanı’na da onun seçeceği herhangi bir kanalda karşı karşıya gelmeye ve tüm iddialarını dayanaklarla çürütmeye hazır olduğumuzu ilan ederek, “hodri meydan” diyoruz!
Eğitim emekçisinin kazanılmış haklarını da, Başöğretmen’imizden gelen mesleki itibarımızı da kimseye çiğnetmeyiz! Yeni eğitim ve öğretim döneminde sadece sözümüzle değil, alanlardaki pratiğimizle de bu itibar saldırısına karşı duracağımızı, yine alanlarda olacağımızı ilan ediyoruz.