Güncel Sendika Haberleri

03 Ekim, 2023

YÜKSEKÖĞRETİM ÇALIŞTAYIMIZI GERÇEKLEŞTİRDİK

Eğitim-İş olarak, 34 başlıkta 22 bildiriyle yükseköğretimdeki sorunların ele alındığı “Yükseköğretim Çalıştayı"nı 29-30 Eylül- 1 Ekim tarihlerinde gerçekleştirdik.
Ankara’da üç gün süren çalıştay öncesi, Genel Başkanımız Kadem Özbay ve MYK üyelerimiz, şube ve temsilcilik yönetim kurulu üyeleriyle birlikte, Anıtkabir’de, Büyük Önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün huzuruna çıktı. 
Genel Başkanımız Kadem Özbay, Anıtkabir Özel Defteri’ne şunları yazdı: 

“Büyük Atatürk, Sevgili Başöğretmenim
Devrimci ruhunu sizden alan, Cumhuriyet'in bizlere yüklediği görev ve sorumlulukların bilinciyle hareket eden Eğitim ve Bilim İşgörenleri Sendikası olarak, yükseköğretimde yaşanan sorunlar ve çözüm önerilerini tartışacağımız Yükseköğretim Çalıştayı öncesi huzurunuzdayız. 
Türkiye’nin kültür birliğini oluşturacak kuruluşlar olarak düşündüğünüz ve millî kültür politikasının aracı olarak çağdaş bir yapıda oluşmalarına özen gösterdiğiniz üniversiteler, bugün ülkeyi ileri taşıyacak bir değer olarak değil, baskı altına alınacak bir tehlike olarak gören yönetim zihniyeti nedeniyle nefes alamaz hale gelmiştir. 
Sizin “en hakikî mürşit ilimdir” diye tanımladığınız müsbet ilimin üretildiği üniversiteler, bugün demokratikliğini ve özerkliğini kaybetmiş; liyakatsiz yöneticiler eliyle de ilerici akademisyenler, üniversite çalışanları ve öğrenciler baskıya maruz kalır hale gelmiştir. 
Çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmanın ve kalkınmanın temel unsurlarından biri olan üniversitelerin özerkliğinin tam olarak sağlanması, siyasi müdahalelerin önlenmesi, akademik kadroların niteliğinin artırılması, araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin desteklenmesi, üniversitelerin daha etkin bir şekilde işlev görmesi için elzemdir. 
Bizler, yanlış ve uydurma düşüncelere, gerçeğe aykırı inançlara karşı, üniversiteleri tekrar çağdaş bilimi üretecek seviye getirmek için mücadeleyi ilmek ilmek hep birlikte örmeye devam edeceğiz. 
Ve söz veriyoruz ki; "Eğitimdir ki, bir milleti ya hür, bağımsız, şanlı, yüksek bir topluluk halinde yaşatır; ya da esaret ve sefalete terk eder" sözünüzden ilham alarak ülkemizin geleceğini şekillendirecek "fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür" kuşaklar yetiştirmek için var gücümüzle çalışacağız. 
Sonsuz minnet ve sonsuz saygılarımla.”

Çalıştayın açılış konuşmasını Genel Başkanımız Kadem Özbay yaptı. Özbay, şöyle konuştu: 

“Türkiye’de üniversitelerin durumunu bu çalıştayımızda konunun uzmanları tarafından detaylıca konuşulacak ve tartışılacak. Bu nedenle rakamlara boğup sizleri sıkmadan, konuyu daha çok politik bir çerçevede ele almak istiyorum. 
Türkiye’de akademinin en büyük sorunu onu ülkeyi ileri taşıyacak bir değer olarak değil, baskı altına alınacak bir tehlike olarak gören yönetim zihniyetidir. 
12 Eylül faşist askeri darbesinin ürünü olan YÖK’ün iyice ceberrutlaştırılması ve 21 yıldır süren siyasal islam iktidarının akademi üzerindeki baskılarını yıldan yıla artırmasıyla, üniversiteler nefes alamaz hale getirilmiştir.

“ÜNİVERSİTE ÖZGÜR DÜŞÜNCE VE AKLIN EVİDİR”
Bu kuşatmanın altında gericilerle ilericiler arasındaki uzlaşmaz bir çelişki yatmaktadır. Üniversite nedir? Bizce üniversite; özgür düşüncenin ve aklın evidir. Sorgulamanın öğretilmekle kalmadığı aynı zamanda bir yaşam biçimi haline getirildiği bir bilim yuvasıdır. 
Üniversite sadece dersler ve sıralar değil, kendi ilerici kültür iklimlerine sahip özerk bir alandır. Sosyalleşmenin ve birbiriyle etkileşim halinde olarak öğrenmenin, keşfetmenin yeridir. Biz, bu salondaki çağdaş insanlar, bu özet tanımımı geliştirip farklılaştırabiliriz. 
Ancak mesele; gericilerin üniversiteyi bizden ne kadar farklı gördüğüdür. Peki nasıl bakıyorlar: cehaleti oy deposu olarak gören, kimse kendisini sorgulamasın diye bilinçli yurttaşlar değil tebaa olan insanlar düşleyen, her türlü aykırı sesi düşman belleyen bir yönetim zihniyeti ne görürse onu görüyorlar. Yani fikirsel olarak akademinin var olma nedenine tümüyle karşılar; hal böyleyken ellerindeki gücü de kullanarak gerici ve örgütlü bir kuşatma örmüş durumdalar.
Peki bu kuşatma nasıl işliyor: Yapısı gereği demokratik olması gereken üniversitelere, genel olarak üniversite bileşenlerinin en az istediği isimler, tepeden inme biçimde yönetici olarak atanıyor. 

“YÖNETİCİLER LİYAKATA DEĞİL İKTİDARA SADAKATE GÖRE ATANIYOR”
Liyakata değil iktidara sadakate göre atanmış bu yöneticiler eliyle, ilerici akademisyenler ve üniversite çalışanları düzenli bir mobbinge, baskıya, keyfi soruşturma tehditlerine maruz kalıyorlar. Ülkenin en köklü, en gelenekli üniversiteleri, başlarında bir tane bile kabul görmüş makale kaleme almamış parti komiserleri tarafından yönetiliyor. Bu durum artık öyle Aziz Nesin hikayesi tadına geldi ki, üniversitelere açılan kadro ilanlarından acı fıkralar çıkarmak mümkün;            fizik bölümüne “İslamın fizik üzerine etkisi”, fen bilimleri bölümüne eğitimde drama ve kukla alanında çalışmış olmak, iktisat bölümüne, mutluluk ekonomisi üzerine çalışma yapmak gibi sözüm ona araştırmalar yapmış olma kriterleriyle kadro ilanı veriyorlar.
Bu kuşatma, öğrencileri de baskılıyor elbette. Aykırı ses ve fikirlerin birbiriyle temas etmesi, bu fikirlerin dünyada ve çağda neye karşılık geldiğinin görülmesi gereken üniversitelerde, 
gençlerimiz aykırı ses çıkaramaz hale getirilmiştir. En masum etkinlikler, kulüp faaliyetleri ve hatta yemekhane protestosu bile üniversite adı altında yaratılan küçük şahsım ülkelerinde hainlik suçlamasıyla karşı karşıya kalıyor. 

“ÜNİVERSİTELER SAYICA ÇOĞALIRKEN NİTELİK OLARAK ZAYIFLIYOR” 
Peki bu kadar mı? Hayır. Üniversiteler, onu havaalanı müjdesi gibi “her kente bir tane” diye müjdeleyen bir iktidarın elinde sayıca çoğalırken nitelik olarak zayıflamaya devam ediyor. 
Yandaşlara koltuk ve akademik unvan vermek için açılmışçasına faaliyet gösteren ve sayıları her geçen yıl artan vakıf üniversiteleri, bir kampüsü ve yaşam alanı bile olmayan ve mantar gibi türeyen apartman üniversiteleri, Türkiye akademisinin kalitesinden de saygınlığından da çok şey götürmeye devam ediyor. 30 yılda açılan 130’dan fazla üniversite var. Böyle bir rakamın dünyanın hiçbir yerinde olmadığını ve bunun bir eğitim değil siyaset hamlesi olduğunu teşhis etmek zorundayız.  
Üniversitelere her mahallede açılan market muamelesi yapılmasının en önemli nedenlerinden biri kuşkusuz akademinin içini boşaltmak ve son 5 yılımız bu yöntemin ne yazık ki işlediğini gösteriyor. 
Gencecik bir Cumhuriyet iken bile eğitime verdiği önemle tüm Avrupa ülkelerine parmak ısırtan bu ülke, onca köklü üniversitesine rağmen son 5 yıldır dünyanın ilk 500 üniversitesi listesine giremiyor bile. 

“İSTİHDAM SORUNU NEDENİYLE ÜNİVERSİTELER GENÇLERE GELECEK VADETMİYOR” 
Peki öğrenciler nasıl bakıyor bu duruma. Size şunu hatırlatayım: YÖK bu sene üniversite yönetimlerine gönderdiği bir resmi yazıda Erasmus öğrencilerinin belirlenirken çok dikkat edilmesi gerektiğini söyledi ve birçok Türk öğrencinin Erasmus ile yurtdışına çıktıktan sonra dönmediğini itiraf etti.
Üniversiteliler işte böyle bakıyor. Yurtdışına çıkmak ve bu cendereden sıyrılmak için fırsat kolluyorlar. Sadece bu kadar değil, birçoğu artık üniversiteyi bırakıyor. 
Çünkü ülkede artık iyi yerlere gelebilmek için okumuş olmak değil, tanıdıkları olmak gerekiyor. Eğitimi kalitesizleştirilen üniversiteler, istihdam sorunu çözülemediği için artık gençlere bir gelecek de vadetmiyor. 
Eğitimin tüm kademelerinde olduğu gibi yükseköğrenimde de meseleler çok iç içe ve bütünsellik içeren bir yaklaşımla bakılmadıkça çözmek mümkün değil. İstihdam yani gençlere gelecek sorunu da çok nedenli elbette. 
Örneğin tabela üniversitelerinde eğitim fakültesi açmayı çok kolay gördükleri için laboratuvar ve özel alanlar gerekmediğini düşündükleri için çok fazla eğitim fakültesi açarak yüzbinlerce öğretmenin atama beklemesine, bir o kadar öğretmenin de asgari ücretin bile altında güvencesiz çalışmasına neden oluyorlar. 
Birçok alana da pedagojik formasyon hakkı vererek umut tacirliği yapıyorlar ve adaletsizliği daha büyütüyorlar. 
Diplomalı olduğu halde kendi alanı dışında istemediği işlerde çalışan birçok genç görür hale geliyoruz. Neden? Çünkü bu üniversitelerin kendileri de bölümleri de istihdam düşünülmeden, yaptım oldu demek için açılıyor. 
Yani ülkenin sadece akademisi değil, istihdamı, ekonomisi ve çalışma yaşamı da tahrip ediliyor.
Üniversitelerin bir diğer sorunu da eğitime kamusal bakılmayan bir yönetimin elinde can çekişmesi. Hepimiz biliyoruz ki eğitim, Anayasal bir haktır ve barınma, beslenme ve ulaşım da eğitimin ayrılmaz parçasıdır. Yani bu hizmetlerin hepsi, hak eden öğrencilerimize sağlanmak zorundadır. Ama karşılığında ne görüyoruz: Meclis lokantasındaki kuzu şiş fiyatına bir çorbayı ancak alan öğrenciler görüyoruz. Yeni yurt açmak yerine yurtlara yeni yataklar atan, üniversitelerin yurtlarını adeta F Tipi hücreye çeviren bir anlayış görüyoruz. Yurt açmayarak ve özel yurtların fiyat politikalarını dizginlemeyerek taşradan gelen yoksul öğrencileri tarikat yurtlarına/evlerine mecbur bırakan bir yönetim anlayışı görüyoruz. Özetle kendi yarattıkları krizi tarikatlar için fırsata çeviriyorlar ve kaybeden sadece öğrencilerimiz değil, ülkemiz oluyor. 
Büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye'nin çağdaş bir uygarlık düzeyine ulaşabilmesi için eğitim ve öğretimin çok önemli olduğunun farkındaydı. Bu nedenle, eğitim ve öğretim alanındaki reformları önceliklendirdi. 
Atatürk'ün eğitim ve öğretim alanındaki reformları arasında üniversitelere verdiği önem de önemli bir yer tutar.
Atatürk, üniversiteleri, çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmanın ve kalkınmanın temel unsurlarından biri olarak görüyordu. Üniversitelerin, eğitim-öğretim, araştırma ve topluma hizmet gibi temel işlevlerini yerine getirerek, ülkenin ilerlemesine ve gelişmesine katkıda bulunacağına inanıyordu.
Bu nedenle çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmanın ve kalkınmanın temel unsurlarından biri olan üniversitelerin özerkliğinin tam olarak sağlanması, siyasi müdahalelerin önlenmesi, akademik kadroların kalitesinin artırılması ve araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin desteklenmesi, üniversitelerin daha etkin bir şekilde işlev görmesi için elzemdir. Bizler, yanlış ve uydurma düşüncelere, gerçeğe aykırı inançlara karşı üniversiteleri tekrar çağdaş bilimi üretecek seviye getirmek için mücadeleyi ilmek ilmek hep birlikte örmeye devam edeceğiz.”

Genel Örgütlenme Sekreteri İlhan Yaşar ise, "Ülkemizde üniversiteler yıllardan beri gerici iktidarların, gerici ve piyasacı eğilimlerinin uygulama alanına dönüşmüştür. Çalıştayda sorunları topluca ele alıp mücadele ve çözüm yollarını geniş katılımlı bir çalıştayla örmenin çabası içindeyiz" ifadelerini kullandı. 

Eski YÖK Başakanvekili İsa Eşme de son 10 yılda ilk bine giren Türk üniversitesinin 20'den 9'a düştüğünü belirtirken, Cumhuriyet yazarı Işık Kansu da Türkiye'deki medreseleşmeye ve eğitimin dinselleştirilmesine dikkat çekti. 

34 başlıkta 22 bildiriyle yükseköğretimdeki sorunların ele alındığı çalıştayın sonunda, eğitime ilişkin belirlemelerin bulunduğu bildirge açıklandı. Bildirge şöyle: 

Eğitim İş Yükseköğretim Çalıştayı Sonuç Bildirgesi

 

Türkiye’de 12 Eylül 1980 Askeri Darbesiyle başlayan çöküş dönemi AKP hükümetleri ile sayılarının artmasına rağmen üniversitelerin eğitim araştırma ve topluma hizmet işlerinin bilinçli bir şekilde zayıflatıldığı neredeyse her akademisyence kabul edilmektedir. Üniversite özerkliği ve akademik özgürlüğün yok edildiği, yönetim yeterliliklerinin zayıflatıldığı hatta son 20 yılda öğrenci sayısı sürekli artmasına karşın üniversitelere ayrılan finansmanın değişmediği görülmektedir.

Üniversitelerdeki rektör atamalarına dair sorunlar her geçen gün büyüyerek devam etmektedir. Boğaziçi Üniversitesi örneğinde olduğu gibi rektör atamaları herhangi bir bilimsel ve mesleki yeterlik kriteri olmaksızın liyakatten ziyade sadakat esas alınarak yüksek bürokrat atar gibi keyfi atamalar şeklinde gerçekleşmektedir. 

AKP döneminde her ile  bir üniversite açma politikasının planlama ilkelerinden uzak henüz öğretim ve idari kadrosu tamamlanmadan, fiziksel ve teknik alt yapısı hazırlanmadan  gerçekleştirilmesinin politik ve ekonomik gerekçelerle kurulduğu saptanmıştır. Yine politik saiklerle akademik yükseltilme ölçütlerinin sürekli değiştiği niteliğin giderek düşürüldüğü, liyakatsiz kadrolarla üniversitelerin ele geçirilmeye çalışıldığı vurgulanmıştır.

Vakıf adı altında değişik ayrıcalıklar ve muafiyetlerle kurulan ve cari giderlerinin yarıya yakınının kamu bütçesinden karşılanan özel üniversitelerin ticari bir işletme gibi çalıştığı, kendi öğretim üyesini yetiştirme maliyetine katlanmadan kamudan transferlerle hizmetlerini sürdürdüğü,  bilgiyi ticarileştirdiği, akademik ve idari personelin emeğini sömürdüğü sonucu ortaya konulmuştur.

Ulusal ve uluslararası yayın sayısının artmasına rağmen etki faktörü açısından değerlendirildiğinde Türkiye’deki üniversitelerin bazı Ortadoğu ülkelerinin bile gerisinde kaldığı, akademik yayın ve bilimsel bilgi üretimi motivasyonunun da akademik yükseltilme ve performans kaygısıyla yapıldığının altı çizilmiştir. Bu durum üniversitelerdeki yayın niteliğini de olumsuz yönde etkilemektedir.

AKP döneminde sürekli bir biçimde artan neo-liberal ve neo-muhafazakâr söylemler ve politikaların bir sonucu yükseköğretim ticarileştirilmiştir. Bunun bir sonucu olarak “hizmetten faydalanan bedelini öder” anlayışı kurumsallaşmıştır. Örneğin, pedagojik formasyon ve tezsiz yüksek lisan programları ve sertifika programları bu uygulamanın sonuçlarıdır.  Bu gidişat eğitim hizmetinden sadece parası olan varsıl toplum kesimin faydalanabileceğini, buna karşın geniş yoksul kesimin çocuklarının eğitime erişiminin önünde bir engel oluşturacağı hatta bunun ötesinde bu kesimin çocuklarının toplumsal dikey hareketliliğinin zorlaştığı önünde bir kanaate varılmıştır.

 Son yıllarda yükseköğretimde barınma, beslenme ve ulaşım gibi sorunların çözülmemesi nedeniyle öğrenciler yeterli puan almalarına rağmen büyük kentlerdeki üniversiteleri tercih etmek yerine yaşadıkları il ve ya komşu illerdeki üniversiteleri tercih etmek zorunda kaldıkları gözlenmektedir. Bu durum üniversitelerin yerelleşmesini ve öğrencilerin kasıtlı bir şekilde bir takım tarikat ve cemaat yurtları ve evlerine terk edilmesi sonucunu doğurmaktadır.

Çalıştayda yükseköğretimde nitelik sorun dikkat çekilen önemli diğer bir konu olmuştur. Üniversitelerde öğrenci sayısı her geçen gün artmasına karşın kadrolar aynı oranda artmamakta, öğretim elemanı başına düşen öğrenci sayısı OECD ve dünya ortalamalarının üzerinde seyretmektedir.

Yükseköğretim finansmanı konusunda yapılan değerlendirmelerde yükseköğretime finansman sağlanması konusunda AKP iktidarı döneminde artan neo-liberal söylemler ve politikalar nedeniyle yeterince kaynak ayrılmadığı tespitinde bulunulmuştur. Bu durum üniversitenin temel işlevlerinden birisi olan araştırma faaliyetlerinin beklenen nitelikte ve nicelikte yürütülememesine sebep olmaktadır. Yükseköğretim bireye sağladığı fayda gerekçe gösterilerek maliyetin öğrenci üzerinden karşılanması yoluna gidilmektedir.  Bu durumda üniversitelerin işlevlerini yerine getirmesinde büyük bir engel oluşturmakta ve öğrenciler üzerinde de bir baskıya neden olmaktadır. Üniversitelere ayrılan finansman giderek azalmaktadır. Öyle ki üniversitelere ayrılan finansmanın Gayri Safi Milli Hasıladan (GSMH) aldığın payın  %1 in altında kaldığı gözlenmiştir. Bu da üniversiteleri giderek işlevsizleştirmektedir.  Bu durum üniversitelerin teknik donanım, alt yapı ve bilimsel bilgi üretimini olumsuz bir şekilde etkilemektedir. Bu da doğal olarak eğitimin niteliğini yükseltmek için gerekli yatırımların yapılmasını engellemekte bilimsel araştırmalara yeterince kaynak ayrılmamasında yol açmaktadır.

Yükseköğretim sistemimizde sanat eğitimine gereken önemi verilmediği dile getirilmiştir. Sanat eğitimine ilişkin programlarda sanatın evrensel özelliklerinden uzaklaştırılmaya çalışıldığı tespiti yapılmıştır.  Yükseköğretim gençliğinin “Z kuşağı”  yaşam algıları, eğitim sistemine ilişkin beklentileri, hayallerine ve kaygılarına ilişkin 52 üniversite, 90 meslek alnı ve 3500 öğrencinin katıldığı geniş bir araştırmanın sonuçları da tartışılmıştır. Buna göre mevcut üniversite eğitiminin pek çok boyutta genç kuşağın ihtiyaçlarını karşılamadığı bu nedenle ikinci üniversite okuyan öğrenci sayısının sürekli arttığı ve mevcut öğrencilerinin yarısına yakınının ekonomik nedenlerle üniversiteden ayrılmaktan korktukları sonucuna ulaşılmıştır.  Eğitim sistemimiz küresel dünyada rekabet edecek insan kaynağını yetiştiremediğini belirtmişlerdir. Üniversite eğitiminin gelecekte iyi bir statü ve ekonomik gelir sağlayamayacağı algısının giderek yükseldiği, öğrencilerin yüzde doksanı sözlü sınavda haksızlığa uğramaktan ve iş bulamamaktan korktukları ve bunun sonucunda da yurtdışına gitmek isteyenlerin sayısında ciddi artışların olduğu belirlenmiştir.

Yükseköğretimde açık ve uzaktan eğitimin, örgün eğitime bir alternatif olarak değil, yaşam boyu öğrenme felsefesi esas alarak sunulması gerektiği, öğretmen yetiştirme alanı başta olmak üzere, uygulamalı eğitim gerektiren diğer alanlarda da açık ve uzaktan eğitimle meslek elemanı yetiştirilmesinin nitelik bakımından önemli problemlere yol açacağı belirtilmiştir. Türkiye’de açık ve uzaktan eğitim sistemi örgün eğitim sistemi ile birlikte bütüncül bir yapıda ele alınarak örgün eğitime bir alternatif olarak değil, yaşam boyu öğrenme felsefesi kapsamında uygulanmalıdır. Yükseköğretimde açık ve uzaktan eğitim sisteminin altyapı, erişim, içerik, güvenlik, nitelik ve mevzuat bakımından yeniden yapılandırılmasına ihtiyaç bulunmaktadır.

Yükseköğretim alanında AKP ile geçirilen son 20 yılda “sözde reform” adı altında birçok değişim ve dönüşüm girişimleri olmuştur. Bu girişimler nitelikten daha çok nicel kaygılarla gerçekleştirildiği için yükseköğretim alanını içinden çıkılmaz bir hale sürüklemektedir.  Öyle ki ülkede yaşanan herhangi bir kriz durumu (deprem, ekonomik kriz vs) bahane edilerek ilk vazgeçilen ve ilk tasarruf edilmesi düşünülen alanın eğitim olduğu gözlerden kaçmamaktadır.  Örneğin ülkemizde yaşanan özellikle 10 ili derinden yaralayan deprem sonucunda sadece o illerde öğrenim gören öğrencilerin başka illere gönderilmesi söz konusu olabilecekken, ülkede bütün üniversitelerin uzaktan eğitime geçirilmesi bu durumun somut bir örneğidir.

Cumhuriyetin kazanımları ile birlikte eğitimin her alanında olduğu gibi yükseköğretim alanında da kadınların daha fazla görünür olmasına karşın, yönetim kadroları söz konusu olduğunda kadınların aynı oranda temsil edilmedikleri görülmektedir. Örneğin ülkemizdeki 208 üniversite rektörü içerisinde sadece 17 kadın rektörün bulunması yönetim kademesinde kadınların yeterince yer almadığını ortaya koymaktadır. Bu durumun üniversite toplumunun yarısını temsil eden kadınların yönetim erkinden uzak tutulduğu anlayışını ispatlar niteliktedir. Yine çalışma alanlarında kadının değişik pozisyonlara ve görevlendirilmesinde cinsiyeti gerekçesiyle tercih edilmemesi nedeniyle olumsuz yönde cinsiyet ayrımcılığına uğramaları kabul edilemez. Cinsiyet eşitliğinin sağlanması için yasal düzenlemelerin gerçekleştirilmesinin takip edilmesi gerektiği vurgulanmıştır.

Ülkemizde sayıca üniversitelerin her geçen gün arttığı bir dönemde öğretim üyesi kaynağının aynı şekilde beslenmediği ve üniversitelerin öğretim üyesi yetiştirme anlamında derin sıkıntılar yaşadığı tespit edilmiştir. Üniversitelere öğretim üyesi yetiştirme anlamında birkaç temel uygulama söz konusudur. Bunlardan bazıları Öğretim üyesi yetiştirme programı (ÖYP), 1416 sayılı lisansüstü eğitim görmek üzere yurtdışına giden öğrenciler, TÜBİTAK, TÜBA ve YÖK programlarıdır. Bu programlardan özellikle 1416 sayılı kanunla öğretim üyesi yetiştirmek üzere yurtdışına gönderilen öğrencilerin bu süreçlerde ekonomik, psikolojik ve yönetsel anlamda ciddi sorunlarının bulunduğu tespiti yapılmıştır. Bu öğrencilerin aldıkları burslarla yurtdışında yaşamakta zorlandıkları, psikolojik sorunlar yaşadıkları, bulundukları ülkelerin kültüre uyum sağlamakta zorlandıkları, süre baskısı altında oldukları, ülkeye döndükten sonra birçoğunun kadrolarını alamadıkları, liyakatlerine uygun olmayan işlerde çalıştırıldıkları, yer yer yöneticilerin baskılarına maruz kaldıkları sonucu vurgulanmıştır. Yaşadıkları bu ve benzeri sorunlar nedeniyle, bu bursiyerlerin önemli bir kısmının tekrar yurt dışına gitme eğitiminde oldukları belirtilmiştir. Diğer bir öğretim üyesi yetiştirme programı olan ÖYP programında yurt içinde üniversitelere öğrenci dağılımında sorunlar bulunduğu, yaşanan kriz anlarında programın kesintiye uğratması nedeniyle program işlevsizleşmektedir.

Ortaöğretimden yükseköğretime geçiş sistemi ülkemizde üzerinde en fazla değişiklik yapılan ve mağduriyetlerin yaşandığı (katsayı uygulaması, sınav güvenliği vb.) bir alan olarak çalıştayda tartışılmıştır. Yükseköğretime geçiş hemen hemen her hükümet döneminde bir değişikliğe uğramıştır. Ancak bu değişiklikler AKP’li yılarda daha çok politik kaygılarla yap-boz tahtasına dönüştürülmüştür. Bu durumunda sistemin güvenliği konusunda büyük endişelere yol açtığı dile getirilmiştir. Çünkü alınan her karar ve yapılan her değişiklik yükseköğretime geçişte fırsat eşitliğini bozmaktadır.

2012 yılında temel eğitimde gerçekleştirilen  4+4+4 uygulaması sistemde bir çok soruna yol açtığı gibi yükseköğretime geçişte de bu yıl 500 000’ den fazla öğrenci ile yükseköğretim kapasitesi üzerinde ek bir yük getirmiştir.  Üniversiteler hali hazırda fazla olan kapasitelerine ilaveten bu yeni karşılayacak olanaklara sahip değildir. Planlama ilklerine uyulmadan yapılan bir değişikliğin sistemin diğer unsurlarını nasıl çıkmaza soktuğu bu örnekten de anlaşılacaktır. Sonuç olarak bu durum yükseköğretimdeki arz-talep dengesini önemli oranda bozmaktadır.

Çalıştayda yükseköğretimde örgütlenme sorunları dikkat çekilen bir diğer konu olmuştur. Buna göre yükseköğretimde akademik ve idari personelin örgütlenmesinin önündeki engellerden en önemlisi atama-yükseltme ile ilgili öğretim elemanlarının yaşadıkları kaygılardır. Örneğin araştırma görevlileri Dr. öğretim üyeleri ya da doçentler kadro verilmeyeceği endişesiyle sendikal mücadelede yer almak konusunda tereddütlü davranmaktadırlar. Bu da yükseköğretim alanında diğer alanlara göre sendikalaşmanın daha düşük olmaktadır. Yine idari personelin atama ve yükseltmelerde kendilerine avantaj sağlayacağı düşüncesiyle sendikal örgütlenmede yetkili sendikaya yönelmelerine sebep olmakta, buna karşın mahalif sendika üyelerinin üzerinde ağır bir baskı, psikolojik yıldırma ve hak mahrumiyetleri yaşanmaktadır. Bu durumlarla mücadele edebilmek için sendikaların üyelerine güçlü bir hukuksal destek sunmaları gerektiğinin altı çizilmiştir.

Dünyada olduğu gibi ülkemizde de politik bir kurum olarak üniversite ekonomik olarak büyük bir baskı altındadır. Dünyadaki örneklerinden farklı olarak Türkiye’deki üniversiteler bu baskıyı farklı bir şekilde deneyimlemektedirler. Yani dünyada yaşanan değişim ve dönüşümü Türkiye’deki üniversiteler diğer emsallerine göre hükümetlerle işbirliği yaptığı için daha rahat atlatabilmektedirler.  Bu durum üniversitelerin hükümet ve hükümetin uyguladığı rasyonel olmayan politikalara bile boyun eğmesi sonucunu doğurmuştur.

Üniversitelerde idari işleyiş, sorunlar ve çözüm önerileri çalıştayda tartışılan diğer önemli bir konu olmuştur. Bu anlamda diğer kurumlarda olduğu gibi üniversitelerde de psikolojik yıldırma (mobbing) uygulamalarının sık sık yaşandığı tespit edilmiştir.  Liyakat yerine sadakat ve birtakım aidiyetlerle üniversitelere yönetici olarak atanan rektörlerin ve dekanların üniversite çalışanları üzerinde ciddi baskılar yarattıkları gözlenmektedir. Bu baskılar kurum kültürü, örgütsel iklim ve çalışma barışını olumsuz  bir şekilde etkilediği vurgulanmış ve bu durumun aşılmasına dair yasal ve de örgütsel mücadelenin yükseltilmesinin gerektiği dile getirilmiştir.

Üniversitelerin önemli bileşenlerinden birisi olan idari personelin özlük hakları tartışılan diğer bir başlık olmuştur. Buna göre idari personelin görevde yükselme, atama, yer değiştirme, mesai gibi birçok konuda farklı ve keyfi uygulamalara maruz kaldıkları tespiti yapılmıştır. Bu durum özellikle bu alanda örgütsel ve sendikal bilincin yükseltilmesini zorunlu kılmaktadır.  İdari personelin atamalarında ve yükseltilmelerinde liyakat ilkesine uyulmadığı ve atamalarda siyasi saiklerin mesleki yeterliliklerin önüne geçtiği yaşanan somut örneklerde sabittir. Örneğin bir imam-hatip lisesi müdür yardımcının dışardan hiç aşina olmadığı sırf aidiyeti nedeniyle üniversiteye daire başkanı olarak atanması örneği bu durumun vahametini ortaya koyması bakımından çarpıcıdır. Özellikle kurum için görevlendirmelerde, ekonomik gelir elde edilen  (sınav görevi vs.) işlerin yönetime yakın personele verilerek diğerlerine verilmemesi örgütsel adaletsizliğe ve ayrımcılığa yol açtığı, örgüt sağlığını bozduğu, kurumsal adanmışlığı ve iş doyumunu olumsuz yönde etkilediği vurgulanmıştır.

Üniversite görev yapan idari personelin ekonomik sorunları, görevde yükselme, unvan değişikliği, görev tanımları, iş yükleri ve temsiliyet sorunu ile sosyal haklardaki eşitsizliklere ilişkin mevzuat eksikliğine dikkat çekilmiştir. Üniversite idari personelinin yaşadığı bütün bu sorunların çözümü için kapsayıcı bir mevzuat düzenlemesi ve kurum kültürünün geliştirilmesiyle giderilebileceği vurgulanmıştır.

 

Kamuoyuna saygılarımızla arz ederiz.

Eğitim İş Yükseköğretim Çalıştayı Düzenleme Kurulu

           

ÇALIŞTAY TAKVİMİ

SONUÇ BİLDİRGESİ